İnsan ve Maneviyat
İNSAN, BU DÜNYAYA BİR MEMUR, bir misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ve kabiliyetlerle donatılmıştır.
Ve insan o vazife ve mertebe noktasında şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belağatlı bir lisan-ı nâtıkı, şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu teşbih eden mahlûkâtın hayretli bir nazırı ve ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündedir.
Kâinatı bir ağaca benzetecek olursak insan bu ağacın bir meyvesidir. Karınca da bu ağacın meyvesi, sivrisinek de, kuzu da...
Fakat insanın bunlardan fevkalade ayrı bir hususiyeti var. Zira, o şuurlu bir meyve, düşünen, konuşan, hadiseleri değerlendiren, akıl ve fikir kanatlarını açarak mazi ve müstakbelle alakadar olan muhteşem varlıktır.
Fakat kuzu böyle midir? Onun karnı doyup sırtı ısındı mı keyfine diyecek yoktur. . . .
İnsanın aklı, fikri, kalbi ve manevî latifeleri vardır. Dolayısıyla insan sadece maddeden ibaret bir varlık değildir.
İnsanın bir de manevî cephesi vardır. İnsanın şahsiyet kazanması onun manevî yapısının tekamülü ile mümkün olabilmektedir.
Çünkü, insanı ayakta tutan maneviyattır. İnsan manevî cephesini ihmal ederse, yıkılmaya mahkum olur ve yıkılır.
Öyle ise insan manevî hayatını geliştirmek, ona sahip olmak ve maneviyatın hayatın temel taşı olduğunu kabul etmek zorundadır.
Dolayısıyla insan şu kâinat sarayının en mükerrem, yani ikram gören aziz bir misafiridir. Bütün varlıklar onun hizmetine verilmiş ve ona ikram edilmiştir.
Diğer varlıkları tasarrufa memur, atomlardan yıldızlara kadar canlı ve cansız her şey onun emrindedir.
Kâinat bahçesini ihya etmek, yerin altındaki hazinelerden istifade etmek ve fezalarda dolaşmak kabiliyeti yalnızca ona verilmiş ve yine bir canimin hayatına son vermek yetkisi onun iradesine tevdi edilmiştir.
Dolayısıyla, bugün canı tavuk ister, keser yer. Öbür gün koyun ister, keser yer. Bir koyun insan için hem yün tezgahıdır, hem et kombinasıdır, hem de süt ve yoğurt fabrikasıdır.
Çünkü Allah onu o vazife ile görevlendirmiştir. Ve vazifesini tam olarak yapmaktadır.
Peki insan başı boş yaşamak için yaratılmış bir mahlûk mudur? Acaba bir vazifesi yok mu?
İşte insanın da vazife-i asliyesi kâinatın sahibini tanımak, ona iman ve ibadet etmektedir.
Ve ona verilen, milyarlara değişmediği azalarını onun hesabına çalışmaktadır. Evet bütün dünyanın servetini size verseler aklınızı verir misiniz?
Asla hayır, vermem diyeceksiniz. Hatta cennet mukabilinde olsa yine düşünürsünüz.
Evet hal böyle iken dünyalara ve cennetlere değişmediğiniz bu aklı veren Zâtı tanımamak ve Ona itaat etmemek nasıl insanlıkla bağdaşır?
Önce şunu ifade edelim ki, insan üç dairenin esiri olup diğer mahlûkâtın seviyesinde kalamaz.
O üç daire ise; yemek, içmek, nefsanî ve şehevî arzulardır. Ve onların peşinde koşmaktır. Eğer insan, ben bu üç dairede dolaşmak için dünyaya geldim dese o zaman insan olmaya gerek yoktur. Çünkü o işleri hayvan olarak da yapabilirdik.
O halde, Cehâb-ı Hakkın bize emaneten verdiği kıymet biçilmez maddî ve manevî cihazları Onun istediği istikamette, yani helâl dairesinde kullanmak zorundayız.